Türkiye’de, siyaset üstü meselelerin başında terörle mücadele gelmelidir. Ülkenin birliği, vatanın bölünmezliği söz konusu olduğunda, herkesin elinden gelen katkıyı sunması ve bu konuyu siyaset dışında değerlendirmesi gerektiği kanaatindeyiz.
1984 yılında Eruh ve Şemdinli baskınları ile başlayan PKK terörü, aradan geçen 28 yıla yakın zaman diliminde ortadan kaldırılamadığı gibi, maalesef halktan da kısmen taban bulmuştur. Bu sebeple, terörle mücadelenin yanında, sosyo-psikolojik faktörleri de içermesi gereken çok yönlü bir mücadeleye ihtiyaç vardır.
Sosyo-psikolojik temelde başarılı olabilmenin ön koşulu, psikolojik üstünlüğün teröristte değil devlette olmasıdır. Türkiye, dağdaki teröristi şehre indirmeyi amaçlayan “açılım” projesinde, psikolojik üstünlüğü yakalamadan açılımı başlattığından çok büyük sorunlar yaşamaya başlamıştır. Bir kere, BDP milletvekilleri bile; “biz bu hakları dağdakiler sayesinde aldık”, “dağdakiler olmasaydı bu açılım yapılmazdı, bu haklar verilmezdi” mealinde sözler sarf ederken bir açılım yapılması asla başarılı sonuç veremezdi. Nitekim dağdan gelen ilk parti terörist grup, zafer işareti yaparak sınırdan içeri girdi ve BDP organizasyonlarıyla “kahraman” gibi karşılanınca ipler koptu. Önceki bir yazımızda ifade ettiğimiz gibi, Güneydoğu’da bir kısım haklar verilecekse, önce teröre iyi bir darbe vurulmalı, psikolojik üstünlük ele alınmalı ve sonra makul olan haklar elbette verilmelidir. Çünkü psikolojik üstünlük elde edilmeden verilen her hak veya imkân, Devletin zaafı olarak yorumlanacaktır.
Açılım politikasının zaafa uğramasıyla, devlette yeni bir güvenlik konseptinin devreye sokulduğunu görüyoruz. Başbakan Erdoğan’ın Temmuz 2011’in başında Kıbrıs ziyaretinde uçakta verdiği ilk bilgiler, polisin terörle mücadelede yeniden devreye gireceği şeklindeydi. Buna göre, iç güvenlik tamamen İçişleri Bakanlığı’nın denetiminde olacak, Jandarma ve Polis özel harekât birimleri, operasyonlarda birlikte yer alacaklardır. Operasyonların yönetiminde sivil inisiyatif öne geçmekte, istihbarattaki dağınıklığın giderilmesi için MİT’e öncelik ve birincil konum verilmektedir.
Düzenli ordunun gerilla tipi savaşa uygun olmadığını bütün dünya bilirken, Türkiye’de ülkenin gözbebeği olan Ordu’nun bu tür bir mücadele ortamında yıpratılmış olmasını anlamak mümkün değildir. 1986’dan itibaren polis özel harekât birimleri devreye sokulmuş ve askerin çevreleme harekâtıyla kuşattığı teröristlerin temizlenmesinde profesyonel çatışmayı özel harekâtın yaptığı pek çok başarılı uygulama hayata geçirilmişti. Polis özel harekât birlikleri çatışma bölgesinden neden ve ne zaman geri çekildi? Özel harekât polisinin Güneydoğu’dan çekildiği tarih 1997’dir. Yani 28 Şubat’taki, birinci tehdidin PKK değil, irtica olduğunu ilan eden MGK kararlarının alındığı zaman diliminde bu olay gerçekleşmiştir.
28 Şubat sürecinde, polisin elindeki ağır silahların alındığı ve orduya verildiği de bilinmektedir. Zamanın “irtica avcısı” generalleri, kafayı iç politika ile o kadar bozmuşlardı ki, devletin polisinin elindeki silahları kendileri için tehdit olarak görmüş ve kendilerince tedbir almışlardı. Bu yaklaşımları ile düzenli orduyu gerilla savaşı veren çapulcuların karşısına diktiler ve gereksiz yere yıprattılar. Üstelik devlete gelen birinci tehdidin bölücülük değil irtica olduğunu ortaya atıp, bunu MGK kararlarıyla devlet güvenlik birimlerine bir talimat olarak dahi verdiler. Nitekim, şimdilerde 12 Eylül 1980 darbesi sebebiyle hakkında iddianame düzenlenen Kenan Evren, aynı dönemde “Bölücülük başarılı olursa ülkenin bir kısmı kaybedilir, irtica başarılı olursa ülke toptan kaybedilir” mealinde açıklamalar yapmaktaydı. Böylece, 28 Şubat sürecinde terörle mücadele ikinci plana atıldı ve önemsiz gösterildi. Neyse ki, Türkiye 28 Şubat kâbusundan uyandı, gecikmeyle de olsa terörle mücadelede hatalı politikalardan dönülmesinin de önü açılmış oldu.
Gerilla tipi çetelerle mücadelede er ve erbaşın olmamasını ve profesyonellere görev verilmesini içeren yeni konseptte, sınır güvenliğinin de sivil birimlere verilmesi öngörülmüştür. Bu türden uygulamalara fırsat bulunamamıştır, ama yeni güvenlik konsepti adım adım uygulanmaya başlamışken, polisin yeniden devreye girdiğini gören terör örgütü, ülke çapında polis teşkilatını hedef alan saldırılar yapmaya başladı. Tunceli’de halı saha maçı yaparken şehid olanlarla birlikte onlarca polisin şehit düştüğü bir dönemden sonra, terör örgütüne karşı pek çok önleme operasyonunun yapıldığı görüldü. Pek çok terörist dağda ve şehirde öldürüldüğü gibi, eylem yapmak üzere şehirlere gönderilenler de başarılı istihbarat çalışmalarıyla eylem yapamadan yakalandılar. Bu başarıların temelinde, güvenlik güçleri arasındaki koordinasyon sorununun aşılması, polis ve jandarma özel harekât birliklerinin birlikte hareket etmesi ve MİT’in önderliğinde başarılı istihbarat bilgileri sağlanmasının da büyük payı olduğu anlaşılmaktadır.
Yeni güvenlik konseptinde, terör örgütüne müsamaha gösterilmemesi, elinde silah olana silahla, sivil olana da şefkatle muamele edilmesi yaklaşımı başarının ipuçlarını göstermeye başlamıştı. Daha henüz işin başında olmakla birlikte, sınır ötesi operasyonlar, önleme operasyonları ve içerideki çatışmalarla birlikte, son 3-4 ayda terör örgütüne önemli kayıplar verdirilmiştir. En önemlisi, örgüt sürekli eylem yapma eğilimindeyken bunu başaramaz hale getirilmiştir. Elbette her zaman sürpriz eylemler ortaya çıkabilir, ama genel hâkimiyet devlete geçmeye başlamıştır. Bunun devam etmesi halinde, psikolojik hâkimiyet de çok sürmeden devlete geçecektir.
Yeni güvenlik konseptinin bütün unsurlarıyla hayata geçirilmesi için daha zamana ihtiyaç olduğu anlaşılmaktadır. En önemlisi, sınırların güvenliği için askerin sabit karakollarda görevlendirilmemesi ve sabit hedef durumundan çıkarılması henüz başarılamamıştır. Askerin sınırlardan çekilmesi yaklaşımı pek çoğumuza tuhaf gelmektedir, ama teröristin faaliyet gösterdiği bölgede, sabit karakollarla sınır kollamanın kolay hedef olma tehlikesinin yanında, hiç bir faydası da yoktur. Sınır kontrollerinde elektronik sistemlerin devreye girmesi, sınırda sorun algılandıktan sonra, profesyonel birliklerin sorun olan bölgeye intikali gereklidir. Aksi halde, sabit karakol sisteminin ne kadar başarılı olunsa da, zaman zaman pusu türü saldırılara muhatap olacağı muhakkaktır.
Uludere’de 35 vatandaşın kaçakçılık yapmak üzere geçtikleri Kuzey Irak’tan dönüşte hava bombardımanıyla öldürülmesi ülkede önemli tartışmalara ve büyük bir üzüntüye sebep oldu. Yeni güvenlik konsepti ile elde edilen başarılar tartışılmaya, hatta Devlet de insafsızca eleştirilmeye başlandı. Bir yandan da, “kaçakçılık yapıyorlardı, yapmasalardı” şeklinde yorumlanabilecek bir tavır ortaya çıktı. Peki, durumu nasıl yorumlamalıyız?
Bir kere, 35 üyesini kaybeden Encü aşireti, devlete bağlı ve PKK’ya destek vermeyen bir aşirettir. Bu aşiretin mensuplarından şimdiye kadar devlete karşı bir yaklaşım görülmemiştir. Ancak bu olayın hemen akabinde, olayı istismar eden BDP, Encü aşiretinin yaşadığı köylere giderek olayı istismar etmeye başlamıştır. Uludere Kaymakamı’na yapılan saldırı da Encü aşiretince değil, köye dışarıdan gelenlerce yapılmıştır. Hatta BDP Milletvekili Hasip Kaplan’ın saldırganları yönlendirdiği iddiaları vardır ki, muhakkak değerlendirilmesi gereken iddialardır.
Anlaşıldığı kadarıyla, yöredeki bu insanlar askerin bilgisi dâhilinde zaman zaman kaçakçılık amacıyla Kuzey Irak’a geçmekte ve geri dönmektedirler. Bu defa şeker ve akaryakıt kaçakçılığı yapmışlar, ama çay kaçakçılığı da benzeri yöntemlerle yapılmaktadır. Devletin kaçakçılık yapılmasına göz yumması, kabul edilebilecek bir şey değildir. Üstelik zaman zaman kaçakçı ile teröristin ayırt edilemediği, kaçakçı zannedilenlerin terörist çıkıp karakol bastığı bir bölgede, bu tehlikeli sınırlardan kaçakçılık yapılmasına nasıl müsaade edilir? Askerimizin can verdiği bu dağlarda ve sınır geçitlerinde hiç kimsenin bulunmasına izin verilmemesi, gümrük kapısı olmayan yerlerden geçmeye çalışan herkesin terörist sayılacağı çok önceden ilan edilmesi gerekmez miydi? Ciddi bir terörle mücadelenin, teröristin geçiş alanlarında sivil bulunmasını önlemesi gerekmez miydi? Bu uygulama eskiden beri yapılmalı ve yöre halkının bunu çok iyi bilmesi gerekirdi tabi.
Gelelim olayın diğer yanına… Bölgede uzun süre görev yapan Osman Pamukoğlu Paşa, teröristle kaçakçıyı ayırmanın çok kolay olduğunu, teröristin hiçbir zaman ikiden fazla hayvanla hareket etmeyeceğini ve çatışma alanına gelene kadar 6-8 kişiden fazla da kalabalık oluşturmayacağını söylüyor. Bu şartlar altında, hata nasıl ortaya çıkmıştır?
Şırnak Valisi Vahdettin Özkan, olayla ilgili olarak Gülyazı Alay Komutanı Vekili olan Albay’ın görevden alınmasını istemiş ve bu isteği yerine getirilmiştir. Açılan soruşturmanın selameti gerekçesiyle yapılan uygulamanın sebebini tam olarak bilmiyoruz. Köylülerin kaçakçılık amacıyla sınır ötesine geçtiği bilindiği halde, bu bilginin verilmemesi mi, yoksa başka bir eksiklik mi görülmüştür?
Hemen belirtmek gerekir ki, Ergenekon denilen örgütün, sırf hükümeti yıpratmak için bu tür olaylara zemin hazırlayacak yaklaşımları söz konusu olabilir. Bu örgütün üyelerinin önemli bir kısmı sanık olarak tutukludur ve yargılanmaktadır, ama devasa ve gizli bir yapıdan bahsedildiğine göre, örgütün elinde daha pek çok personel ve imkân olduğu da unutulmamalıdır. Bir ara örgütün “bir numara”sının kim olduğu tartışılıyordu, şimdi genel Kurmay eski Başkanı İlker Başbuğ da tutuklandı, ama kimse bir numara şuydu da demiyor. Tahminlere göre, örgütün bir numarası içeride değildir ve örgüt halen ülkenin istikrarını tehdit edebilecek eylemler yapma gücüne de sahiptir. Ayrıca, İtalya’daki Gladio örgütünün P2 Mason Locasıyla bağlantısı bilindiğine göre, Türkiye’de de örgütün Tapınakçılarla bir bağının olması gerektiği anlaşılır. Tapınakçıların görünür örgütünün de, Encümen-i Daniş olduğu iddiaları vardır. Bu yapılar mevcut olduğuna göre ve dış bağlantılardan da destek aldıklarına göre, Ergenekon kolay bitmeyecek gibi görünmektedir.
Askerin siyasete bulaşması, tertemiz vatan evlatlarını devletine, ülkesine ve hükümete karşı “ihanet” anlamına gelen eylemlerin içine sokabiliyor. Bu felaketi Osmanlı’nın son döneminde yaşamıştık, özellikle Balkan harbi felaketinin temel sebeplerinden biri, askerin siyasete bulaşmasıydı. Cumhuriyeti kuranlar, bu felaketi yaşayanlar kişiler olduğundan askeri siyasetin dışında tuttular, fakat 1960’tan itibaren eski hastalık yeniden nüksetti ve halen de tam olarak tedavi edilemedi. Bu sebeplerle ülkemiz, ortaya bir olumsuzluk çıktığında, en çok güvenmesi gereken kesimlere karşı bir güvensizlik duygusuna kapılabilmektedir.
Her şeye rağmen, terörle mücadelede sivil inisiyatife öncelik veren, birkaç aylık eğitim almış askerlerin değil, polis ve jandarmanın profesyonel özel harekât birimlerinin aktif rol aldığı yeni güvenlik konsepti başarı vaat etmektedir. Zaman zaman yol kazaları olabilecek, fakat hedef doğru, yöntem de uygun olduğu müddetçe başarı muhakkak gelecektir. Sonuç olarak, Güneydoğu’da başarı elde edilebilmesi öncelikle psikolojik üstünlüğün elde edilmesine bağlıdır. Bu ise ancak terör örgütüyle etkili bir silahlı mücadelenin yapılması ve örgüte göz açtırılmamasıyla sağlanabilir. Psikolojik üstünlük elde edildikten sonra, çeşitli reformların yapılması gündeme gelebilir ve tartışılabilir.