Mayıs Ayı, “Senoz Vadisinde” öküzlerle tarlalarımızı ekmeye hazır hale getirdiğimiz ve adına “koşmak”(kara saban)dediğimiz güzel ve yoğun günlerin adıydı çocukluğumuzda.
Göçün boşaltmadığı daha doğrusu Senoz Vadisi köylerinin “yaz-kış” yalnızlığa mahkûm olmadığı zamanlarda “tarlalarımız” bölgenin ikliminin el verdiği ölçüde yetiştirilen sebze ve meyvelerle şenlenirdi.
Bahar ayı ile birlikte; meyve aşılanma günleri başlardı.
O kadar önemli ve o kadar hayatı bir meseleydi ki “aşloma/aşılamak yapmak”; bugün bile o günlerde yapılan aşılamaların meyvelerinin köylerde yiyoruz desem sanırım asla abartmış olmam.
Elma, armut, kiraz, erik, ceviz çeşitleri sadece köylerin kendi içinde değil, vadinin köyleri arasındaki alışveriş neticesinde çoğalır ve bahçelerimiz meyve çiçeklerinin açmasıyla birlikte muhteşem görünürdü.
Bahar aylarının öncelikli işlerinden biriside tarlaları sürmekti.
“Koşmak” adını verdiğimiz, tarlalarımızı “iki öküzün” eşliğinde sürdüğümüz, çocukluğumuzun unutulmazları arasına giren bu güzelliği dilimin döndüğünce anlatmak istiyordum.
Ne yalan söyleyeyim, ben de çocukluğumda yaşadığım ve gözlemlediğim “koşmak” (kara saban) işinin içeriğini olmasa da kullanılan araçların isimlerinin birçoğunu unutmuştum.
Önce sevgili Anacığımı telefonla aradım bilgilerimi tazeledim.
Daha sonra elli yıldır İzmir’de yaşayan sevgili Hamiyet Teyzemden çocukluğundaki “koşmak işini” anlatmasını istedim.
Hafızamda olan bilgilerimi yeni edindiklerimle birlikte kontrol ettim ve çocukluğumda hafızama kazınan unutulmaz sahnelerden birisi olan “iki öküz” marifetiyle tarlaları koştuğumuz “koşmak işini” öyle yazmaya başladım.
Hafızama kazınan “koşmak resimlerinin” başlangıcı Rahmetli Muhammet (Rojon) Amcamın; “Poğrozlarım (biz çocuklara hitap şekli amcamın);yarın koşmak yapacağız ahırdaki öküzümüzün bakımını, koşmak malzemelerimizi hazırlayalım bana yardım edin; yardım edin ki “koşmak” bittiği zaman sizi “çaçele” bindireyim yoksa havanızı alırsınız” cümlesiyle tarlayı “koşmak işi” başlamış olurdu.
“Koşmak” işini yapacak öküz en az dört yaylalık olmalıydı ve bizim evde çocukluğum boyunca mutlaka en güzel şekilde öküzler yetiştirilirdi.
Yetiştirilecek öküzün cinsinin çok iyi olması önemliydi.
Sadece “koşmak” için değil, aynı zamanda yeni nesil inekler için de cinsinin iyi olması gerekirdi. Birde yaylalara gittiğinde, yaşıtı diğer öküzlerle “dövüşebilecek” güçte olmalıydı.
Çünkü o yıllarda “yayla pehlivanlığı” çok büyük saygınlık kazandırırdı “öküz sahibine.”
Bu yüzden birçok köylü öküzlerini “Cimil Yaylasına” yakın bir bölge olan “pornak otlağı” denilen yere götürür ve orada aylarca kalarak güçlenmesini sağlardı.
Tarlaları sürme işi bir öküzle olmayacağı için her sene bir eş aramak zorunda kalırdı sevgili Muhammet Amcam.
İkinci öküz de bulununca, sıra öküzleri birbirine alıştırmak için dövüştürme yani bir nevi birbirlerine alışma ve tanımaları yoluna gidilirdi.
Daha sonraki aşamada, iki öküzün tarlada yan yana gidip gelmesini sağlayacak “luc” dediğimiz uzun kalastan yapılan bir düzenek öküzlerin boynuna bir “somun” marifetiyle takılırdı.
Luc’un tam ortasından yaklaşık üç metre boyunda bir “harul” takılır, onun da ucuna toprağı kazacak “ğop” yerleştirilirdi.
Ğop, demir ve ucu sivri olan bir aksamdı(parça.)
Bu aksam koşmak işi için çok önemliydi.
Önemi şundan geliyordu.
Toprak ne kadar derinden alt-üst edilirse, o kadar daha verim alınması mümkün olabiliyordu.
Bütün bu saydığım şeyler yerine geldikten sonra artık tarlaları “koşmak işine” başlanırdı.
Bundan sonraki tüm koordinasyon rahmetli Muhammet Amcamın elinde olurdu.
Lunclara iki yanına bir somunla bağlanan iki öküzün önünden yürürken bir elini “harulun üstüne” atan amcam direksiyonun başına geçmiş bir şoför gibi öküzleri idare etmeye başlardı.
”Hedakçılık” dediğimiz bu iş öyle yabana atılacak türden bir iş değildi.
Tarlayı bir baştan bir başa yatay olarak ağır ağır yürüyerek geçen öküzler, tarlanın sınırına gelindiğinde amcamın verdiği; “oyiş komutuyla” kavis çizerek geriye döner ve yeni bir sırayı tamamlamak için var güçleriyle kalın toprağın içinde yürümeye çabalardılar.
Ğopun alt-üst ettiği toprağın içine atılan mısır ve fasulye tohumlarını atmak için koşu ekibinin arkasından mutlaka bir kişi de yürürdü.
Bu işi genellikle annem yâda yengelerimden bir tanesi yapardı.
Renkli Peştamalının yâda elinde bulundurduğu bir torbanın içindeki tohumları usulünce toprağa atmak da özel bir maharet gerektirirdi.
Bu zor ve meşakkatli “koşmak işi” biz köyün çocukları için tabiri caizse tam bir karnavaldı!
Öyle ki; koşmak mevsiminin her sene gelmesini dört gözle beklerdik.
İki nedenden dolayı biz çocuklar için karnavaldır ifadesini kullandım.
Öncelikle “koşma” işlemi devam ederken “ğopun” toprağa derinlemesine girerek alt-üst ettikten sonra ortaya çıkan patatesleri toplamak biz çocuklar için müthiş mutluluk veren bir duyguyu.
Ortaya çıkan toprakla karışık patateslerden çoğunu toplamak, kucaklayarak eve getirmek ve bunları “pilitanın(kuzine) közünde” pişirip yemek biz çocuklar için öyle keyifli bir olaydı ki bugün bile düşününce hüzünle karışık bir huzur veriyor insana.
İkinci yaşadığımız güzellik ise tarlayı sürme işi olan ”koşmak işi” bitince tüm köyün çocukları olarak “çaçele” binmemizdi.
Biz çocukları aslında daha çok ilgilendiren kısım işte tam da burasıydı.
Köyün çocuklarının hep birlikte “çaçele binme macerası” başlı başına bir yazı konusu olduğu için başka bir makalede uzun uzun anlatma gereği duydum.
Görüşmek üzere; Allah’a emanet olun…