Köylerimizin boşalmadığı zamanlarda, daha doğru ifade ile; insanların kışın hala köylerde yaşadığı, ocakların tüttüğü yıllarda, Çayeli merkezde bulunan 9 Mart İlkokulunda okumamız nedeniyle her karne tatilinde köye gitmek biz öğrenciler için bulunmaz bir nimetti.
Öyle ki; daha tatil günü gelmeden köye gitmek için hazırlıklar yaptığımızı hatırlıyorum.
Bu unutulmaz güzel hazırlıkların bir başkası da yazın okullar bittiğinde yaylalara gitmek için yaptığımız “yayla göçü hazırlıklarıydı.”
Bizim gibi çocukluğunu köylerde geçirmiş insanların uzun süre doğdukları yerden ayrı kalmaları gerçekten de hayatın en çekilmez zaman dilimlerindendi.
Biz şehirde okuyan köy çocuklar bir an önce tatil gelsin de köye, daha doğrusu “özgürlüğe doğru gidelim” diye gün sayardık!
O sene yarıyıl tatili geldiğinde, Çayeli’nde okuyan amcamın ve halamın çocukları her zamanki gibi köyümüze gitmiştik.
Ara tatil boyunca köyümüzdeki diğer çocuklarla birlikte kışa ait oyunları oynamış, gülmüş, eğlenmiş ve zamanı tüketmiştik.
Bugünün çocukları gibi tabletlerin içindeki sanal oyunlar gibi değildi elbette bizim oyunlarımız.
Bir tatil boyunca; “kartopu oynamış”,
Buz tutan çay bahçelerinin üzerinden “kaymış/uzmuş”,
Köye gelen “kalaycıya yardım etmiş”,
Ahşap evlerin arasında “gizlenmecilik/saklambaç oynamış”,
“Artumciler” geldiği zaman yazın yaylada topladığımız fişekleri onlara vererek karşılığında sevdiğimiz eşyalardan ve kokulu kurabiyelerden almıştık.
Ara tatil bitmiş ve nihayet dönüş vakti gelip çatmıştı.
Rahmetli Ahmet Amcamın bizi almak için göndereceği arabanın(jeep) geleceği yere kadar yürümemiz gerekiyordu.
O günlerde köylere telefon hattı daha çekilmemişti.
Bu yüzden yapmamız gerekenleri yani hangi gün yola çıkmamız gerektiğini daha tatil için köye çıkarken rahmetli Ahmet Amcam bize anlatmıştı ve iyice tembihlemişti.
Köyde çok fazla kar yağdığından arabanın köye kadar gelmesi imkânsızdı.
Büyüklerimiz “Ğaçikli’ya kadar yürüyün kar aşağıya indikçe kesmiş olur” dediler.
Yaklaşık yedi kişiden oluşan ilkokul talebeleri, sevgili Hüsna yengemin eşlik etmesi ile birlikte yola çıktık.
Sabahın körüydü ve büyük bir “kar tipisi” vardı Senoz Vadisinde.
Yağan taze kar ve yolda iz olmamasından dolayı bayağı meşakkatli bir yolculuktan sonra Yenice Köyünün altında bulunan “Ğaçikli Köprüsüne” ulaşmıştık.
Ulaşmıştık ulaşmasına ama bizi şaşırtan ve üzen bir durum vardı ortada.
Zira; ne Uzundere, ne Ormancık ne de, Yenice Köylerinden iz dahi yoktu yollarda.
Sanki sadece biz yola çıkmış gibiydik bu kadar köyün içinde!
Kar yolları tamamen kapatmıştı bu nedenle daha fazla ileriye gidemezdik!
Kendimizi Ğaçıklı’da bulunan sağlık ocağına attık.
Pencereden içeriye girdik sağlık ocağının, çünkü çalışanlar gelememişti işlerine.
Her yer karla kaplıydı ve sobayı yakmak için odun bile yoktu ortalıkta.
Dışarı çıkıp karların altında odun aramaya başladık.
Az ilerde bir yığın gördük ve ellerimizle üzerindeki kar’ı sağa sola atarak birkaç kucak odun alarak geri döndük.
Islak odunları tutuşturmak hiç de kolay olmadı, ama yinede uzun uğraştan sonra sobayı yakmayı başarabildik.
Başımızı sokabileceğimiz bir yer bulmuş olmak bizi rahatlatmıştı ama bu defada daha kötü bir durumla karşı karşıyaydık!
Hem fena acıkmaya başlamış hem de bundan sonrası için ne yapacağımızı bilemiyorduk!
Dışarıda yağan kar, her dakika hızını artırıyordu.
Bu da şu demekti; artık geriye bu yolla köye de dönemezdik!
Çünkü bizden sonrada kimse bu yoldan gelmemiş ve bizim açtığımız yolda sürekli yağan kar tarafından yeniden kapanmıştı.
Her birimiz sağlık ocağının odalarında yiyecek aramaya başladık.
Şu an hatırlamıyorum, içimizden biri kuru bir ekmek ve biraz da kokmaya başlamış bir tabak içinde el içi kadar peynir parçası bulmuştu sağlık ocağının bir odasında.
Daha önce, kar toplayıp bir çaydanlığın içine atarak çözülmesini sağlamış, soğuduktan sonrada o suyu içmiştik.
Bu defada ekmeği suyun içine atıp iyice suyu çekmesini bekledik ve sonrada normal zaman da dönüp bakmayacağımız peynirle yemeye başladık!
İyi kötü bir şeyler yedikten sonra biraz kendimize gelmiş ve Çukurluhoca’ya (Babik) inmeye karar vermiştik.
Hep birlikte sağlık ocağını geride bırakarak yola çıktık.
Kar ve tipi hızını azaltmamış şiddetli bir şekilde devam ediyordu.
Birbirimize destek ve moral vererek yol almaya başladık.
En büyüklerimiz olan Ali ve Mustafa ile birlikte ben, Osman ve halaoğlu Ali daha dayanıklıydık.
Fakat daha küçüklerimiz olan Cemal, Hüseyin, Hatice çok yorulmuş ve üşümüşlerdi.
Hüsna Yengem hepimizle ayrı ayrı ilgilenerek moral veriyor, yol arkadaşlarına Babik’e (Ketap) bir şey kalmadığını sürekli ifade ederek gayrete getirmeye çabalıyordu.
O yolculuğu, yaşadığımız korkuyu ve üşümemizi kelimelere dökmek biraz zor olsa da sağ salim Ketaba yanı Çukurluhoca Köyünün merkezine inince dünyalar bizim olmuştu.
Kar tipisi altında yaşadığımız bu yol hatıramızı bana yazdıran ve aynı zamanda okuduğunuz bu makaleye ismini veren “Buğday Ekmeğinin Kokusu” işte tam burada hayat bulmuştu!
Çataldere Köyünden akan derenin yol ayrımında bulunan köprüye geldiğimizde derin bir nefes almıştık.
Son bir gayretle köprüyü geçtik ve adımlarımızı sıklaştırdık.
Uzaktan Ketap görünmüş, sisin ve kar tipisinin arasından dükkânlar ve tarihi medreseyi fark etmiştik.
İşte bu duygularla son dönemece geldiğimizde bizim köyün eniştesi olan “Fırıncı Hamit Ağabeyin” fırınından gelen “buğday ekmeğinin kokusu” hepimizi yeniden kendimizi getirmeye yetmişti!
Sevgili Hamit Ağabey bizi üstü başı kar içinde görünce hemen fırının içine aldı.
O kadar güzel yanıyordu ki fırının ateşi; hepimizi kendimize getirmişti ve tabiri caizse cennet yeniden müjdelenmişti bize!
Hamit enişte fırınının yanındaki bakkaldan helva aldı, fırından yeni çıkan sıcak ekmekle birlikte tezgâhın üzerine koydu ve hep birlikte yemeye başladık.
Fakat hiç birimiz doymak bilmiyorduk!
O kadar üşümüş ve o kadar acıkmıştık ki; sevgili Hamit Ağabey halimizden çok iyi anladığı için başımızdan bir an ayrılmıyor ve başka bir şey ister misiniz diye bize sürekli soruyordu.
Nihayet karnımız doymuş, ıslanan elbiselerimiz kurumuş ve tam anlamıyla kendimize gelmiştik!
Artık Rahmetli Ahmet Amcamın yollamış olduğu arabayı bekliyorduk.
Kısa bir zaman sonra arabamızda geldi ve Çayeli’ne doğru yol almaya başladık.
Bizim hepimizde hemen hemen her arabaya binişimizde “istifra ederdik!”
Özellikle hem yorgun hem de fazla yemek yediğimiz için bu seferki yolculuğumuzda çok erken “istifra etmiş” ve yediğimiz muhteşem kokusu olan “boğda ekmekleri” ve helva geri gelmişti!
Bugün bile o gün yediğimiz ekmeğin sayısını ve helvanın kaç kilo olduğuyla ilgili kendi aramızda “şehir efsaneleri” uydururuz!
Okullar her ara “ara tatil olunca” yaşadığımız bu inanılmaz maceramız daima aklıma gelir.
Bu hatıramı yazarak yeni neslin bu yaşadıklarımızı öğrenmesini istedim!
Bugün “karne tatillerini” köylerinde değil daha konforlu yerlerde geçirmeyi adet haline getiren yeni nesil çocuklara gerçekten üzülüyorum.
Tabii bu konuda birinci derecede kabahatli olan anne babalardır.
Bu yüzden benim anlattıklarım bugün ki çocuklar ne kadar tesir eder bunu bilemem!
Bildiğim ve bu konuda ısrarla tavsiye edeceğim tek şey; ebeveyninler, kafa yormalı, duyarlılık göstermeli ve çocuklarını ara tatillerde şehir dışına mümkünse köylere götürmelidirler.
Özelde de şunu ifade etmek isterim; Senoz Vadisi insanları da ara tatilde, çocuklarını karın muhteşem güzellikler sunduğu köylerindeki baba ocaklarına götürmelidirler!
Görüşmek üzere; Allah’a emanet olun…