Çocukluk günlerimde zihnime kazınan en önemli “hatıralarımdan” bir tanesi de kışın köyümüze gelen kalaycılarla yaşadığımız güzel günlerimizdi…
Kışın her köyü ziyaret eden “gezici kalaycılar” vardı çocukluğumda.
Bugün, değil köylerde büyük şehirlerde bile kalaycılık mesleği yok olmak üzeredir.
Anadolu’nun geleneksel “zanaatlarından” olan “Kalaycılık” mesleğinin ilk icrasını kışın Başköy’e gelen kalaycılar vasıtasıyla görmüştüm. Kalaycıların köye gelmesi çocukluğumun kışlarında köyümüzde hatırladığım güzel zaman dilimlerindendi.
Köyümüze gelen kalaycıları Başköy’ün tam karşısında bulunan “Kokumeri” dediğimiz yerin yolunda gördüğümüz an yüreğimizin bir sevinçle dolduğunu hatırlıyorum. Kalaycıların göründüğünü duyan çocukların duymayanlara; “arkadaşlar koşun koşun “kalaycı” geldi” diye avazının çıktığı kadar bağırdığı ve sevinç çığlıkları attığı o güzel çocukluk günlerimin bir kesitini anlatma gayretinde olacağım...
Kış aylarında köyün çocukları olarak iki olay karşısında mutluluğu duyardık.
Birisi “kalaycıların” diğeri ise “artumcuların” köyümüze gelmeleriydi.
Nasip olursa bir günde “artumcu”ların köyümüze gelmesini yazacağım inşallah.
Eskiyen yıpranan bakır kap/kacağın “toz nişadır” yardımıyla kalay ile kaplanması işlemini yapan “kalaycıların” köyümüze gelmesi büyük bir heyecan yaratırdı köyün çocuklarının küçücük dünyasında!
Bakır kaplar tek başına mutfak eşyası olarak kullandıklarından dolayı çabuk oksitlendiklerinden ve bakır zehirlenmeleri nedeniyle ölümlere yol açtığından düzenli olarak her yıl kalaylanması gerekirdi.
Tamamen bakır kaplara bağımlı olan mutfaklarımız her yıl köyümüze gelen Kalaycılar sayesinde pırıl pırıl olurdu ve biz çocuklarda “kalaycının” maharetlerini izlerken kışın tadını çıkarırdık.
Sanırım teknoloji adına gördüğüm radyodan sonra ilk araçlar kalaycının kalay işlem için getirdiği malzemelerdi.
Zihnime kazınan “Kalaycılık”, benim için bugün bile her an hatırlanan ve çocukluğumun o güzel kış günlerinin vaz geçilmez hatıralarındandır.
Şunu hatırlıyorum o günlere dair.
Başköy orta mahallede ki komşumuz “Kahraman Osman Abilerin” evlerinin girişindeki çardak altına yerleşen Kalaycılar her evden gelen bakır “kap kacağı” sırayla büyük bir özenle kalaylardı ve bize de tadına doyum olmayan bir görsel keyf sunarlardı!
Hatırımda kaldığı kadar şu aşamaları yaşardık kalaycıları merakla izlerken…
Önce bakır kaplar tavlanırdı ateşin üstünde. Sonra temizlenir ve kalay işlemine geçilirdi.
Kalaylanan kapların körük ve kömür yardımıyla yakılarak belli bir sıcaklığa ulaştığında yapılan iş olan “tavlama” esnasındaki hayretimi bugün bile düşününce teknolojinin geldiği bugünkü boyuta hayret ederim!
Hele bu tavlanan kap/kacağın ince kumlarla el ve ayak (büyük kazanların içine girilerek ayakla temizlenirlerdi) yardımıyla temizlenmesi tam bir görsel şovdu biz çocuklar için!
Büyük kazanların içine girerek temizleme işini yapanlara “nepri” denirdi. Bu ifade bugün orta yaşlı insanlar ancak hatırlayacağı şekilde “pinti” insanlar için kullanılan bir deyime dönüşmüştür.
Kalaylama başladığı zaman ki heyecan bir başkaydı...
Çünkü körük vasıtasıyla çıkan alevler bizi başka dünyalara götürürdü. Nasıl oluyordu da bir körük alevi parlatıyor ve ortaya bugünkü havai fişeklerin verdiği heyecanı bize veriyordu bugün bile bu durumu izahtan mahrumum!
Kalaycı amcamız elindeki beyaz toz halindeki “kalay pamuğunu” bakır tencerenin içinde gezdirerek kalaylama işini yaparken biz çocuklar hayretle birbirimize bakarak bu işin nasıl olduğunu anlamaya çalışırdık!
Kalaycılar yaklaşık bir ay köyümüzde misafir olurlardı.
Her ev kalaycıların günlük iaşesini karşılamak için bütün köy sıraya dizilirdi. Kalaycılara yemek getirmek de biz çocuklara düşen görevlerdendi. Aslında bu işi isteyerek ve gönüllü yapıyorduk. Çünkü bu vesile ile kalaycılara daha yakın oluyor ve aramızda bir bağ kurularak “kalaylama işlemini” izleme sürecinde soru sormamızın önünü açıyordu.
Kalaycının gözüne giren her çocuk “körüğü” kullanma hakkını da elde ederdi. Bu hakkı elde eden her çocuk ateşin harlanması için kullanılan körüğün yanına gelirdi ve diğer çocukların kıskançlıkla kendisine bakmasının haklı gururunu yaşardı!
Hikâye çok uzun!
Şimdi o günleri düşünürken, bugünden şu kanaate varıyorum.
Büyüklerimizin “köy odalarında” koyulaştırdıkları sohbetleri neyse biz çocuklar için de “kalaycının” veya “artumcunun” köye gelmesi aynıydı.
Hele birde metrelerce kar yağmışsa o yıl köye, naylon torbalarla çay bahçelerinde donan karın üzerinde “uzmak/kaymak” da aynı keyfin başka bir boyutuydu biz çocuklar için!
İşte bütün bu hareketlilik, kışın yağan kara rağmen içimizi ısıtarak biz köyün çocuklarının küçük dünyasını şenlendirirdi.
Şimdi her birimiz artık hatıralarda kalan güzel kış günlerinin özlemiyle büyük şehirlerde hayatımızı idame ettirmeye devam ediyoruz.
Oysa bizim geldiğimiz yerlerde kış maceramız “kalaycı ve artumcu’ların” gelmeleriyle başlar “kar çiçeklerinin” açmasına kadar devam ederdi!
...Ve sizi temin ederim ki; bugüne kadar hiçbir film yönetmeni, Kalaycıların Başköy’e gelişlerinde biz çocukların görülmeye değer sevinci gibi bir sevinç sahnesini hiçbir sinema filminin kadrajına alamamıştır!
Görüşmek üzere, Allah’a emanet olun...