Üzerin de gezinen ayak sesleriyle uyandı. Kimdi ki gecenin bu saatinde geçen. Alışalı asır olmuştu nerdeyse, geceli gündüzlü hareketlere. Bazen kulak kesiliyor sayıyordu, şu saatte şu vasıta geçti bu saatte şu insan bir diğer dakika da bir yaban hayvanı, karşı yamaca uçarcasına… Artık yapıldığı ve hizmete girdiği zamanı bile hatırlamıyordu, kendiyle beraber pek çok kolu ve patikası uzanıyordu diğer köylere, yaylalara ama kendisi anaydı, o olmazsa diğerleri zaten olmazdı…

***

Keşke yapılmasaydı aslında, kendini bu doğal dengenin içinde iğreti gibi hissediyordu. Ve bu görünümünü biraz daha çevresiyle uyum haline getirmek için kıyısın da köşesin de izin vermişti yeşile. Yoksa bu dolu dolu yeşilin ve mavi gökyüzünün içinde kendini hepten çıplak sayacaktı. Bazı yerleri asfaltı ve bundan hoşnuttu da ama gene de sıkıntı veriyordu içine. Henüz, yeni yetme olduğu zamanlar da nice göçlere, eğlencelere şahit olmuştu toprak halindeyken, oysa şimdi o şenlikler de kalmamıştı, yazık. Köylülerin, en güzel yöresel kıyafetlerini giyip kuşandıkları, hayvanlarını önlerine katarak diğer yaylalara götürüşleri ve bu yürüyüş esnasında hayvanların “Çengrek” lerinden çıkan ses kendi seslerine karışımıyla şenlenirdi. Artık buda kalmamıştı. Çünkü gelişim hayvancılığı yok denecek kadar yutmuş ve kalanlar da hayvanlarına kıyamaz kamyonlarla götürür olmuşlardı.

***

En sevdiği eğlencelerden biri de, gençler grup halinde dağa yürüyüşe çıkarken rotaları önce kendinden geçerdi ve karşılıklı türkü atışmaları, neşeli çığlıkları, sevdalıkları, bilirdi. Kıyısından, sevdiğine papatya koparıp gizli gizli hediye edeni. Hepsini gizlerdi. Kadınlar, “Alaf’a” giderken en koyu muhabbetlerine şahit olmuştu. Kaynanalar çekiştirilir, gurbetteki kocalardan dem vurulur, yaramaz çocuklardan, günlük işlerin planından, komşu kızın veya oğlanın kaçamaklarından ve bilmem daha nelerden nelerden. Ah!!! İnsanlarla aynı dili konuşsa neler neler anlatırdı onlara kim bilir. Bildikleri, defterlere, kitaplara sığmaz, okuyan okumakla bitirilemez, üstelik hit bile olabilirdi…

***

En sıkıntılı zamanları, kış ve yaz da olan heyelanlardı. Kışın, karın altında biraz dinlenecek gibi olduğu zaman, karı küreyen araçlar gelir ve kendisini ulaşıma açarlardı. Oysa nede çok özlemişti üzerinde “Çedik”le veya bata çıka yürümeye çalışan, neşeli, mutlu kalabalığı... İstediği, üzerinin kirlenmemesiydi, ama heyelan buna engel oluyordu. Kayan toprak olduğu gibi üzerine yığılıyor ve ulaşıma kapanıyordu. Gelen kepçe bunları kürerken zemini zedeleniyor, estetik mutluluğu da kalmıyordu. Ne olurdu, kendisiyle dağ eteğinin arasına, setler kurulsaydı. Hem kendisi rahat edecekti hem de kullananlar. 

***

Olsun, o gene de kendini ve görevini seviyordu. Tıpkı Türkiye gibi polyanacılığa alışmıştı. Her koşula uyum sağlayıp mutlu olacak bir yön buluyordu. İşte, bir kamyon gürültüsü duyuyordu. Herhalde Ayder’e gidiyordu. Kıyısındaki bir ağacın hışırtısını duydu esen rüzgârla. Ve anılarına dalarak, ruhunu saran mutlulukla, gene dalgınlaştı geçmişe doğru…