Su, nakış nakış zerreleriyle birbirine işlenirken yaşama, görevi can olmaktı kâinata. Öyle bir görevle öyle bir mevkie yerleştirilmişti ki onsuz olmazdı, hiç olmazdı. Her canlının iliklerinde dolaşırken kendi acizliğine Rabbini anardı…
Aşkından öyle coşar öyle coşardı ki dalga dalga kabarır taşardı gökyüzüne doğru; bazen dağları sürükler önüne ve katardı yeryüzünü birbirine ve kimse bilmezdi bunu Allah’a olan aşkından yaptığını.
Kâinata su olmak ve su gibi rahmet olmaktı bazen. Kimse anlamazdı nedir su gibi rahmet olmak. Su gibi aziz olmak…
Suya kardeş olmak bazen ve su gibi akmak yeryüzünde. Su gibi sızmak kalplere damarlara… Ve insan sevgiyi sudan öğrenmişti… Her şey yazılıydı suda, tüm yaşam tüm gerçekler ve tüm kâinat. Suyun aklı ve bilgisi geçmişti insanoğlunu ama dolaştığı canlara akıtmıştı bilgilerini.
Kendini şekilden şekilde sokmuştu. Bazen bir bulut bazen bir yağmur bazen bir fırtına bazen bir dere bazen bir okyanus ve kendine bağlamıştı kopmaz iplerle insanları.
Düşlere girmişti, “deniz gördüğünde huzur olurum sana ve ilimlerden ilim olarak gelirim kapına” veya “ okyanussam, devlette devlet olurum senin için” bazen de “ su ver sevdiğine benden bir yudum rüyanda ve demek olsun ki senin için aşkına yol olayım…”
Yakamozlara yatak olmuştu ay ışığı altında. Balıklara ev yosunlara bahçe… Bir yaprağın damlarken zerresi, toprak açmıştı bağrını.
Su ve su olmak veya su ve susuzda kalmak. Damarlara can olan bir damla suyu kıyasıya yok etmek. Su- can çekişirken dere yatağında- süslü fıskiyeler de gözlere endam olmak.
Su, bulutta erirken ağaçların köküne baltada vurmak. Su, dere yatağında kururken, gökyüzüne çıkacak mecali bile kalmayacak hale getirmek... Oysa kendisi siz bırakmak istememişti yaşamı.
Susayan yaşamlar çığlık atarken ötelerde “su su su” diye, insanoğlu öldürürken suyu ve can çekişirken okyanuslar, denizler, dereler, ırmaklar, nehirler, göller, bulutlar…
Yok ki bir Musa daha asasıyla savursun iki yana denizleri ve boğsun Firavunları suya; oysa ne kadar ihtiyacı var yeryüzünün Musa’ya ve Asa’sına.
Yok ki artık peygamber, suyu anlatasın suyun aşkını ve aşkının coşkunluğunu yeryüzünde. Öyle ya Peygamberin ve âlimlerin yolunu terk eden bir ümmet nasıl geleceğe dinini, imanını, soyunu, sopunu, suyunu sağlam taşır…
Bundandır ki alimlerin ayak izlerini takip ederken çelme taktı nefs imana ve iman küskün kaldı yaşama. Oysa su ne kadar ihtiyacıysa imanda kâinatın kardeşiydi. İmanı ve suyu tükenmekte olan bir yaşama ne demiş şair,
“İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
Kafdağı’nı assalar, belki çeker de bir kıl!
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!
Sakarya; saf çocuğu, masum Anadolu'nun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!
Sen ve ben, göz yaşıyla ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz! ( N.F.Kısakürek)
Ve su gibi biz, bugün buradayız yarın nerdeyiz bilinmez. Şair doğru söylese de kul anlamaz. Cehaletin ucuz olduğu diyarlarda ilim geçmez. Doğru sözün hapislerde zindanlar da çürümeye bırakıldığı bir yaşamın izini sürüyoruz gündüzün karanlığında...
Biz konuşsak doğrular kaçıyor korkudan. Yalanlar en güzel danslarını ediyor yaşama. Oysa biz ve su, bu yaşamın halifeleriyiz. Belki aslında biz bile değiliz, “su” dur halife olan öyle ya, “su” suz bir yaşam var olabilir mi ki..?