Ceymakçur, Ayder mezrasına bağlı yaylalardan biridir. Benimde yaylam ve dönem dönem zaman geçirdiğim bir yer. Dönem dönem derken öyle boş değil hani… Dolu dolu bişeyler. Buram buram yayla çiçekleri, çam kozalağı ve reçinesi kokan. Kayaları bile birbirinden güzel yosunlarla kaplı; veya attığınız tükürükle, eşeleyerek karıştırıp kıvamlaştırarak parmağınıza benek benek kınladığınız, kına yosunlarıyla süslü… Gecesinde, eğer sisli değilse, yıldızlarıyla hayaller kurduğunuz; sisliyse ocak başında arkadaşlarınızla türküleşerek, masallaşarak, hikayeleşerek geçirdiğiniz, zamanlardandır. Her yayla böylemidir Karadeniz’de veya diğer bölgelerde? Bilmem, ben sadece kendi yaylamın gecelerini, yıldızlarını, sevdalarını bilirim ve verdiği mutluluğu, huzuru, dostluğu.
Dağlarında, gece yarısı bile gözüm kapalı korkmadan dolaşabilirim. Güvendiğim silah mı? yok, değil… Güvendiğim, gücüm mü? Yok, değil… Güvendiğim, sadece yaylamın, bastığım toprakları, taşları; bazen köpekleri, inekleri, tavukları. Yalnızlık mı? yok, sevginin olduğu yerde yalnızlık mı olur? İnsan istediğinde bir “çam dalı”, bir “gurç”, bir “yıldız”, bir “böcek” bile arkadaşı dostu oluverir. Hele, yolunuzun üstünde bir sığ ırmak varsa, içinde taşlar size sek sek oynatarak karşıya geçmeniz için yoldaş oluverir.
Şimdi, şimdi mi..? Şimdi şöyle bir şey. Bizim yaylalar’a yol çıktı. İki yayladır; biri “aşaki yayla” diğeri “yukar ki yayla”. Çocuktum ya! Aklım ermezdi, yol gelince ne olacak. Medeniyet midir; medeniyetsizlik midir? Neyse, yol geldi. Bende büyüdüm. Yolum da, daha az düşer oldu yaylalarıma. Ama bir gittim, hayallerim suya düştü. Şu bizim “medeniyet” pek bi sarmış yaylalarımızı. Bi hoş olmuş. Vertik attığım yollar, çamur yığını araba yolları olmuş. Aynı şekilde sevmeye çalıştım. Yani zaten hiç “soğumamışım” ki… İnsan, sevdiği şeyden, değişim geçirse de soğuyamıyor. Ama gene de doğal halini özlüyor.
Nasıl özlemem?! Çemağ’tan çektiğimiz “getgan” larla yaptığımız taçları; ucunu bağlayıp, içini tükürük doldurup, peğ puğ yapıp inek sağmacılık oynadığımızı; veya “gagaç” tan topladığımız, meyveleriyle kurduğumuz inek vb… hayvan sürülerini. Yağmur yağdığında altına gizlendiğimiz, inekleri. Yaşam bu işte. Bizler büyüdük ve “Gagaçlar, Getganlar” anlamını yitirdi. Yayla çiçeklerinden yaptığımız “taç” ların anlamı gitti. Tabi şimdi aklınıza bir soru gelir. Getgan, gagaç nedir gibisinden… Eh! Bi zahmet, ben nasıl ki bir şeyi merak edip sorup araştırıyorsam, sizde araştırıverin. Nedir, nasıldır, nerede dir diye? Vazgeçilmez gelişimin, yozlaştırıcı kaçınılmaz değişimi mi? Tabi, çok kişiye sorsak bu kaçınılmaz “medeniyet” in güzel incileridir. Eh! Asfaltta, doğal bir maddenin şekil değiştirerek yolu korumak için yapıldığı “sıvadır”, neden? Bizi, daha ileri bir medeniyetin çizgisine çekmek için. Oysa, hangisi... Sınır nerde veya o sınır nasıl konabilir. Medeniyetler nasıl büyür ki tarihte açık belli bir şey bu. Kendinle, ekolojik denge arasında koskoca bir uçurum açarak. Ne adına? Şu bizim “medeniyet” adına.
Hep öyle değil mi? Kaçınılmazı anladığımızda, hemen uyum sağlama ihtiyacı hissederiz. Buna programlıyız çünkü. Bu olacak kaçınılmazdır ey insanlık! ve sende bunu al lup diye yut! Aman tepki verme veya eleştirme. Arkasından koştuğumuz medeniyet sahibi ülkeler, kendi yaylalarını, dağlarını korumak için bin bir önlem alırken; bizler, hiç geleceği düşünmeden bize verileni sorgulamadan önderimiz yaparız. “Medeniyet”, bize hizmet etmek yerine bizi kendine hizmetçi yapmışken, bari asaletimizle işimizi yapalım da Bizi kendine “hizmetçi” yapan “EFENDİ MEDENİYET’İN” suni çöplerini de temizleyelim…
Ama siz, genede bana bakmayın. Yaylalarımı özledim ben. Belkide, bundandır bu kadar sitemlerim. Siz beni fazlada dinlemeyin. Gurbetten çaldığınız günlerden, gidin yaylalara. Benim yerimede, gezin dağlarda. Her "puğar" dan bir su için. Ama size bir sır vereyim mi? Ben, değil medeniyetin; sizin bile ulaşamıyacağınız yerler biliyorum. Onun için rahatım biraz. Şimdi, tam da yaylaların tadını çıkarma zamanı. Hepinize, güzel yayla saatleri dilerim...