Kitabın önsözünde şu ifadeler yer alıyor; “İngiliz edebiyatı” “duayenimiz” Mina Urgan, Bir Dinozorun Anılarında açık yürekle, yalın ve naif bir dille anlatıyor; kendini, çevresindekileri ve bir coğrafyada olan biteni… Halide Edip, Necip Fazıl, Abidin Dino, Neyzen Tevfik, Sait Faik, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Nazım Hikmet, Oğuz Atay, Atatürk ve başka pek çok isimle zenginleşmiş bir ömrü…”
Yazımın hemen girişinde tanıtım yazısına itirazım olduğunu ve kitabı okuduktan sonra bu yazıyı yazmaya karar vermemdeki neden, “yalın ve naif” anlatımların sadece kendi ideolojisine yakın insanlarla ilgili kullandığı dilde olduğunu, karşı ideolojide olan tanıdıklarına ağır hakaret içerdiğini söylemeliyim!
Mina Urgan özetle kendisini, isim ve soyadının macerasını şöyle anlatıyor kitapta.
Bu acayip Mina adını ben üç yaşındayken ölen babam şair Tahsin Nahit vermiş. Mina’nın Mekke’de hac sırasında yüzlerce Müslümanın öldüğü Mina dağından uzaktan yakından ilgisi yok, Mina Arapça değil farsça bir sözcük, şarap kadehi ve mavi anlamına geliyor. Şimdi Urgan soyadını bana kimin önerdiğini söyleyince küçük bir şok geçireceksiniz. Necip Fazıl Kısakürek ! Evet iyi bir şair ve yetenekli bir oyun yazarı bildiğimiz, arkadaş grubundan Necip Fazıl. İçinde “U” harfi bulunan bir soyadı istiyordum. Necip Fazıl, “Urgan’ı” seç dedi. Urgan da ne demek diye sorduğumda, Anadolu’da ip anlamına geldiğini açıkladı ve kahkaha atarak ,”solculuğundan ötürü günün birinde nasılsa asılacağın için, bu soy ad ayrıca sana uygun dedi.
Annem Şefika, Alevilikle hiçbir ilgisi olmamakla birlikte, tam anlamıyla çağdaş ve ilerici bir Müslümandı. Kuran okuduğu ya da camiye gittiği anlar dışında, başını örtüğünü hiç görmedim…Annemin inançlarına göre, bir yirminci yüzyıl Müslümanı , yirminci yüzyılda nasıl yaşanması gerekiyorsa, öyle yaşamalıdır. Örneğin, annem domuz eti yerdi. 1400 yıl önce arap çöllerinde konulan bu yasak, günümüz koşullarında bu et, kurtlardan ve pislikten kurtulduğuna göre, yenilebilirmiş pekala…En küçük kusurlarımı yüzüme çarpan annemim, dinsiz olduğum için bana hiç baskı yapmaması din konusunda hoşgörüsünün bir kanıtıydı aslında…
Annem 1938’den 1950’ye kadar, yani on iki yıl boyunca, yakından tanıdığı İsmet Paşa’ya gidip görmeyi hiç aklına geçirmemişti. Kendini milli şef ilan ettiği, paralara pullara resmini bastırdığı için, ona ateş püskürüyordu. DP iktidara gelince derhal İsmet Paşa’ya gitti; “…bizim akılsız milletin Demokrat Partiden medet umduğunu, Mustafa Kemal’in devrimlerinin ortadan kalkacağını ve olup bitenlerin sorumlusunun İsmet Paşa olduğunu” söylemiş kendisine. İsmet Paşa gülerek; “..bak Mevhibe, bak, hanımefendi bana neler söylüyor” diye kahkaha atıp annemin sırtını sıvazladığını ve İsmet Paşanın iktidardan hiç düşmediğini yeniden iktidara geleceğini işte o zaman anlamıştı…
Mina Urgan’ın annesi, babası öldükten sonra, Türk gazeteciliğinin önemli simlerinden, yazar ve milletvekili olan ve Atatürk’e yakınlığıyla bilinen Falih Rıfkı Atay’la evlenmiştir. Üvey babası hakkında bilinenlerin dışında bir anlatımı vardır Mina Urgan’ın.
Gençliğinde Falih Rıfkı, Mustafa Kemal devrimini canla başla savunan bir gazeteciyken, yaşlandıkça idealizmini yitirdi…Salt gününü gün etmek, dostlarıyla akşam sohbetlerinde bir iki kadeh rakısını rahat içebilmek, küçük keyiflerinden yoksun kalmamak uğruna, işin kolayına gitti, kötü bir düzene boyun eğdi…Falih Rıfkı, güç işlerden ve sorumluluklardan kaçan bir insandı…
Üvey babam Falih Rıfkı ile annem Şefika karşı karşıya gelince, aynı ipte oynayan iki cambaza benzerlerdi. Çocukluğumda , bakalım hangisi daha önce ipten düşecek tedirginliği içinde izledim bu cambazlıkları… Falih Rıfkı siyasi değişime uğradıktan sonra, onunla kıyasıya kavga ettiğimiz oldu. Karşılıklı bağırır çağrışırdık. Ama bu kavgalar aramızı açmadı, çünkü Falih Rıfkı bir çocuğun babaya gerek duyacağı yıllarda, babam olmuş, beni mutlu etmişti…
Dinsiz olduğum için, camilere taşınmaları, cenaze namazlarını, Arapça duaları filan istemem. Aslanım Aziz Nesin başardı bunu. Camilere taşınmadan, Arapça dualar okunmadan, kendi kurduğu vakfın bahçesinde bilinmeyen bir yere gömüldü…
Koca bir kitaptan alıntılayarak makale yazmak taktir edersiniz ki çok zor bir iştir. Daha önce bir çok kez kitap özeti sayılabilecek yazılar kaleme aldım.
Mina Urgan’ın “kendisi gibi düşünmeyenleri” aşağıladığı ama fikirlerine yakın insanları çok yücelttiği kitabın ruhuna sinmiş. Olabildiğince (olumlu ya da olumsuz fark etmez) dobra ifadelerle anılarını kaleme almış gibi düşünülse de “çok itici bir dil kullandığını” rahatlıkla söyleyebilirim.
Bir iki konuyu makaleye alıp almamak konusunda tereddüt etmedim değil.
Onlardan bir tanesi de Ankara’da yapılan bir düğünde Mustafa Kemal’in elinden içtiği ilk içkinin hikayesidir. Hikayenin öncesini yazmıyorum sadece Mina Urgan’ın yaşadığı o gecenin sonunda ki düşüncelerini vereceğim burada.
“…Sırası gelmişken, Kemalistim, hem de sapına kadar Kemalist olduğumu açık açık söylemek isterim. Mustafa Kemal benimle dans etti, on bir yaşında bir çocuğa insan muamalesi yaptığı için değil; eğer Mustafa Kemal olmasaydı, ben “ben” olmayacağım için Kemalistim. Eğitim görmüş, seksenini geçmiş bir kadının bu memlekette Kemalizme inanmaması tamamıyla anormal olur…Dikkat edilirse Atatürk değil, hep Mustafa Kemal diyorum. Çünkü altmış yıldır Atatürk diye diye, bayağının bayağısı hamasi sözler söylendi, berbat bir edebiyat yapıldı. Atatürk adı bir yığın çıkarcı politikacının ağzında kirlendi, gerçek Mustafa Kemal ile uzaktan yakından ilgisi olmayan neredeyse gerici bir kavrama dönüştü…”
Mina Urgan kitabın bu bölümünde Atatürk’ün orta yaşlı bir kadının başındaki başörtüsünü aldığını annesinin üzerinden anlatarak hezeyanlarına devam ediyor. Şu notu da düşmek isterim; 1915 doğumlu olan Mina Urgan Atatürk’le olan içki hatırasını yaşadığı tarih 1926’ya denk gelmektedir. Zaten inanmadığım bu hadisenin tamamen kurmacadan ibaret olduğunu, kitabın tamamına sinen tarafgir bir bakış açısıyla hadiselerin kaleme alındığını okuyanların görebileceği gerçeklerdir.
Ben Mustafa Kemal Atatürk’ün “sofrasında” oturan insanların hatıralarını okudum. O sofralardaki konuşulan konuların derinliğini anlatanlar üzerinden gördüm. Onun içinde Mina Urgan’ın kitapta baştan sona anlattığı taraflı hatıra ve anekdotları için “hezeyan” vurgusu yaptım. Bir başka konuda, kitapta geçen bu iddialara bugüne kadar hiçbir Atatürkçünün/Kemalist’in cevap vermemiş olmasıdır!
Atatürk’ün vefatından sonra evdeki ruh halini kitabında özetle şöyle anlatıyor Mina Urgan.
Mustafa Kemal’in ölümünden sonra, Fevzi Çakmak’ın cumhurbaşkanı seçileceğinden korkuyorduk. İsmet Paşa seçilince rahatladık. Annem radyoda haberi dinledikten sonra, “artık bu millet sevgilisini kaybetti, kocasıyla uslu uslu oturması gerekecek bundan böyle” dedi. Şefika bunu bir espri yaparcasına değil, ağlayarak söylemişti. Çok daha sonraları Lord Kinross’un Atatürk kitabının ilk sayfasında yer aldı annemin bu sözü.
Halide Edip Adıvar’a ait düşüncelerine bir bakalım şimdide.
Halide Hanımla bir çatışma konumuzda Mustafa Kemal’di. Mustafa Kemal’i hiç sevmezdi. Onun yakışıklı olduğunu bile kabul etmezdi…Falih Rıfkı’nın bu konuda yorumu vardı; Halide Edip öteki erkekleri etkilediği gibi, Mustafa Kemal’i de etkilemek, ona da egemen olmayı aklına koymuştu. Mustafa Kemal’in Halide Hanıma gelip, evinde acı bir kahve içerken, “hanımefendi, ne dersiniz acaba Cumhuriyeti ilan edeyim mi?” ya da “Halifeliği kaldırmamı doğru buluyor musunuz?, hanımefendi?” diye sorarak icazet almasını istemişti. Mustafa Kemal bunu yapmayınca da, ona düşman kesilmişti…
Mina Urgan hatıralarını anlatırken bugün bildiğimiz “sağdan ve soldan” bir edebiyatçı yazar, şair ve siyasetçi hakkında kendince yorum ve tespitler yapıyor.
Ahmet Haşim yakışıklı bir erkek değildi. Yanağında bir Halep çıbanının büyükçe bir izi vardı. Zeka eksikliği çok yakışıklı bir erkeği dakikasında çirkinleştirdiği gibi, Haşim’in gözlerinden fışkıran zeka , onu dakikasında güzelleştirirdi…
Ahmet Haşim’in kişiliği bana ne kadar çekici geldiyse, Yahya Kemal’inki de o kadar itici geldi. Yahya Kemal usta bir şair, ama küçük bir insandı. Onu tanımadan yalnız şiirlerini okuyanlara gıpta ediyorum. Ne yazık ki, ben yakından tanıdım onu. Üvey babamın yalancısıyım ama, Falih Rıfkı, “Mustafa Kemal’in ayaklarına kapanıp yalvaran bir tek kişi gördüm hayatımda. O da Yahya Kemal’di. Resmen ayaklarını öpüyordu” demişti. Yahya Kemal tam anlamıyla bir asalaktı. Yakup Kadri, ona benim gibi asalak demez; ancak “şahane tembeldi” demekle yetinirdi…Bizim Büyükada’daki evde aylarca, daha doğrusu yıllarca konuk kalmıştı. Biraz kilo vermesi için annem ona özel rejim yemekler hazırlardı. Annem Falih Rıfkı’dan boşandıktan sonra, Yahya Kemal onu aramaz oldu…
Kitabın ileri ki sayfalarında Mina Urgan’ın aslında Yahya Kemal’den bu kadar nefret ettiğinin nedenlerini satır aralarında görmemiz mümkündür. Yahya Kemal’in, Nazım Hikmet’in ressam olan annesi Celile Hanımla uzun süre fırtınalı bir aşk yaşadığını anlatıyor. Celile Hanımın Yahya Kemal’le evlenmek için eşinden ayrılmış ama, aşk uğruna eşinden ayrılan bu kadınla birleşmeyi göze alamamış…
Yahya Kemal’le ilgili şu cümlesini de yazmak isterim.
Bunları hiç yazmamam gerekirdi belki. “Adam büyük şair, ahlakından sana ne? Ne diye deşiyorsun bunları?” diyerek, bana karşı çıkanlar olabilir. Ama ben onun, büyük şair olduğuna da inanmıyorum. Usta olmasına usta ama büyük şair değil…
Üniversite öğrencisiyken tanıdığım sevgili arkadaşım Abidin Dino, herkesi büyüleyen, çok şaşırtıcı bir insandı…
Bir başka büyük devrimci Aziz Nesin’di. Çoğumuz tanrıtanımazdık. Ama bunu açıklamayı göze alamazdık. Bir tek Aziz Nesin, “ben tanrı tanımazım” derdi dobra dobra.
Sabahattin Eyüpoğlu hem kardeşim hem de hocamdı…İsmet Paşa ne kadar solcuysa , Sabahattin’de o kadar solcuydu. Sosyalist düşüncelerden öyle uzaktı ki,1963’ te Türkiye İşçi Partisine girdiğimde, bir hayli öfkelenmişti bana.
Mina Urgan’da kitabı okuyanlar görecektir ki “Nazım Hikmet saplantısı” vardır.
Nazım Hikmet’i, çocukluğumda, yanı on beş yaşından önce, ancak üç kez görebildim. Bir görüşmemizde Falih Rıfkı, Nazım’a uzun bir nutuk çekti. Mustafa Kemal’in devrimlerini sürdürebilmek amacıyla Cumhuriyet Halk Fırkasının onun gibi ileri görüşlü gençlere ihtiyacı varmış. Nazım tek bir şey demeden dinliyordu. Falih Rıfkı’nın Belagat’ı tükenince, “bitti” dedi. O zaman Nazım kahkahalar atarak, bir divanın üstüne attı kendini, gülmekten kırılarak divanda yuvarlanmaya başladı. Üvey babam artık fena halde bozulmuştu…
1938’de, üniversite öğrencisiyken, Nazım Hikmet’in otuz sekiz yıl yatmak üzere hapse atıldığı günlerde aklım başıma gelmişti. Ben solcuydum artık ve Nazım’ım benim gibi düşünenlerin şairi olduğunu biliyordum…Nazımın şiirlerinde, dinleyenleri, sessizliğe gömmek gibi bir keramet vardı.
Mina Urgan’ın gençlik yıllarında çok yakın dost olduklarını yazdığı Necip Fazıl’la ilgili düşünceleri daha çok özel hayatıyla ilgili kendince alaycı bir üslupla yazılan tespitler içermektedir.
Bizim bildiğimiz Necip Fazıl çılgınca bir gençti ve çılgınlığını abartmaktan hoşlanırdı…Necip Fazıl hiç de yakışıklı sayılmayacak bir adamdı. Ama kendisini bir afet, erkek güzeli sanırdı nedense. Necip Fazıl iyi bir şairdi. Birçok şiirini hiç unutmam. 1930’lu yıların Necip Fazıl’ı ile 1940’lı yılların Necip Fazıl’ı arasında uzaktan yakından en küçük bir benzerlik yoktur. Bunlar iki ayrı kişidir sanki. Birincisi çocukluğumdan beri tanıdığım bizim evden çıkmayan, ikincisini ise, hiç görmedim, hiç tanımıyorum. Çünkü ben de, bütün arkadaşlarımda 1940’tan sonra onunla selamı sabahı kesmiştik. Süper- Mürşit olarak parlak kariyerini, hayretler içinde uzaktan izledik ancak…
Oğuz Atay’ı ayaküstü ve o kadar az gördüm ki ,onunla ilgili bir tek izlenim edindim. Koskocaman bir kediye benziyordu. Çok kocaman ve güzel bir kediye, ona elimi uzatınca “miyaaav!” diyeceğini sandım. Miyavlayacağı yerde “tanıştığımıza memnunum” deyince şaşırıp kaldım…
1990’lı yıllarda ÖDP(Özgürlük ve Dayanışma Partisi) kurucuları arasında olan Mina Urgan, kitabında “sol ,sağ ve milliyetçi” siyasetçileri ve edebiyatçıları en ağır şekilde eleştirirken “kendi düşüncelerine” yakın kişilere “insanüstü” anlamlar yüklemektedir.
Kitabı okuyup bu makaleyi yazmamda ki temel gayem şudur; sağda solda Mina Urgan falan kişiyle ilgili şunları yazmış/anlatmış, açın bakın diye referans gösterenlere; “ciddiyetten ve fikirden uzak” kendi ifadesiyle “tanrıtanımaz” bir “dinozorun hezeyanları” olarak gördüğümü ve değerlendirdiğimi şerh düşmek içindir.
Görüşmek üzere; Allah’a emanet olun…