Bundan tam 15 yıl önce, 28 Şubat 1997 yılında yaklaşık 9 saat süren bir Milli Güvenlik Kurulu toplantısı ve orada alınan kararlar, Türk siyası ve Demokrasi tarihimize; kolay kolay unutulamayacak kara bir leke olarak geçmiştir.
O günkü MGK toplantısı her ne kadar yasalar gereği yapılan bir toplantı olsa dahi, orada Ülkemizin Başbakanı ve İlgili bakanları, Askerler tarafından adeta sorguya çekilmiş, azarlanmış, psikolojik baskıya maruz bırakılmışlardır. Oysa anayasamızın ilgili 118. Maddesi çok açık ve nettir. “Milli Güvenlik Kurulunda, “… alınan tavsiye karaları…. Bakanlar Kuruluna bildirir. … Bakanlar Kurulunca değerlendirilir.” denmektedir. Askerler amirleri olan, Başbakan ve Bakanlara, baskı ve dayatmada bulunabilir, denilmiyor.
Kısaca, “28 Şubat” dediğimiz o süreç; sadece, öncekilerden çok daha uzun süren ve Asker kanadının Hükümet kanadına aşırı baskı yaptığı bir MGK toplantısıyla sınırlı değildir. 28 Şubat; alt yapısı önceden hazırlanan ve sonrasında baskı, zülüm, talan ve yağmalamalarla devam eden bir süreçtir. Yüzlerce Subay ve astsubayımız; namaz kılıyor, içki içmiyor, eşi kapalı vb, gibi bahanelerle yanı inandığı gibi yaşıyor diye, birde utanmadan, “İrticayı faaliyet” yaftası vurularak ordumuzdan atılmıştır.
O günlerde kamu sahasındaki sivil, asker personelin; Namaz kılmak, içki içmemek, eşinin tesettürlü olması gibi en doğal ve en temel İslami ibadet ve faaliyetler derhal; İrticai faaliyet olarak kabul edilip ve büyük bir suç olarak görülürdü. Hatta o kadarki; aslında doğrusu İslami faaliyet olan, İrticayı faaliyet dedikleri şey onlara göre, bölücü terör örgütü kadar tehlikeliydi.
Aman ALLAH’ ım şu dinimize yaptıkları iftira ve hakarete bakaramsınız…
28 Şubatçılara göre; “İslami Faaliyetler” önce “irticai faaliyet” gibi çirkin ve aşağılayıcı bir ifadeyle yaftalanıyor, sonra da bölücü terörle aynı derecede suç sayılıyordu. Böylece yüce dinimize en büyük hakaret ve suçlamada bulundular. Bu hakaret ve suçlamada tek bir eksik, dinimizin açıkça zikredilmemiş olmasıdır. Belki bu ifadelerimi bazıları çok ağır bulabilir veya olayları çarptırtıyorum şeklinde yorumlayacaktır. Şimdi sorarım size, Bir insan dinimizin en büyük emirler ve yasaklarından bir veya bir kaçını yerine getiriyor diye suçlanırsa, burada asıl suçlanan dinimiz olmazda ne olur. Daha iyi anlaşılması için şöyle bir örnek verelim. Evinde veya masasında Türk bayrağı olan bir memur, bu hareketinden dolayı suçlanırsa; Suçlamanın adına ne denirse densin, aslında suçlanan şanlı bayrağımız olmaz mı?
Aynen bu örnekte olduğu gibi, eğer sen üstelik madalya alan bir subay ve astsubayı dahi, namaz kılıyor, eşi başörtülü, hatta evinde canlı varlık resmi yok diye; adına irticaı faaliyet diyerek te olsa, ordudan atarsan; asıl suçladığın yüce dinimiz, İslam dini olmaz mı?
O günlerde, İrticayı faaliyet avına çıkan 28 Şubatçılar, işi o kadar ileri götürdüler ki: Özel öğrenci yurtlarına bile, namaz seccadesi aradılar. Ya üniversitemize tesettüründen yanı ALLAH’ in emrini yerine getiriyor diye alınmayan yüzbinlerce genç kızlarımız. Onların uğradıkları hak mağduriyetleri… O günlerde ta arşa yükselen o baskı ve zulümler, unutuldu mu zannediyorsunuz?
O dönemde dillerden düşmeyen, malum medyanın da kraldan çok kralcı edasıyla sık sık kullandıkları “İRTICAYI FAALİYET” ın anlamı çok açık ve netti. 28 Şubat dayatmasını yapanlar ve onların medyadaki gönüllü sivil generalleri, çok açıkça olmasa da hemen herkesin kolayca anlayabilecekleri bir şifreli açıklamayla demek istiyorlardı ki:
“Bizim özellikle kamu sahasında; İslami en küçük bir amel, ibadet, sembol veya temsili faaliyetlere asla tahammülümüz yok. Fakat milletimizin büyük çoğunluğu özellikle bilinçsiz, şuursuz Müslümanlar uyanmasın diye, bu İslami faaliyetlere İrticayı faaliyet diyoruz.” Evet, irticai faaliyet derken açıkça bunu demek istediler.
Ülkemizdeki İslam düşmanları yıllardır; laiklik karşıtı, Mürteci, gerici, yobaz, Atatürk düşmanı, çağ dışı gibi bazı mefhumları milletimizin zihninde korku imparatorluğu olarak yerleştirdiler. Sonrada vay; O ondandır, şu bundandır diye insanları bu korkutulan kelimelerle karalamaya çalıştılar. Bunda o kadar başarılı oldular ki, suçlanan kişiler dahi; “evet ben o suçladığınız şeyi yaptım, çünkü o iş suçlanacak bir şey değil, aksine övünülecek bir şeydir” diye diyemediler.
Kökü dışarda ve çok güçlü bir lobi olan, Din düşmanları; memleketimizde devlet eliyle yapılmasını ön gördükleri İslam karşıtı faaliyetlerini, 2 defa yaptıkları müdahalelerle güçlendirdiler. 1950-60 arası DP iktidarının dine anlayışlı bakan icraatları bu lobiyi, bu karanlık güç odaklarını hayal kırıklığına uğratmıştı. Daha fazla bu duruma tahammül edemediler. Şanlı ordumuzu menfur emellerine alet ederek, 27 Mayıs darbesiyle, 10. Yılında DP iktidarını yıktılar. Sonrada bin bir güçlükle kabul ettirdikleri 61 Anayasası ile “Askeri vesayet rejimini” kurdular.
Memleketimiz için bu en tehlikeli, kökü dışarıda karanlık gücün 2. Büyük müdahalesi de 28 Şubat Post modern darbesiyle oldu. 27 Mayıs ta kurulan rejime rağmen özellikle sandıktan hep merkez sağ iktidarların çıkması ve bu iktidarlarında yeterince din düşmanlığı yapmaması sebebiyle, artan İslami Faaliyetler bu karanlık lobiyi tekrar herekte geçirdi. Özellikle Erbakan gibi birinin Başbakan olması, koalisyonla da olsa RP’ nin iktidar olması bu lobiyi adeta çılgına çevirdi.
Medyada yayınlanan bir habere göre. Dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir’ in Amerika’da yayımlanan Middle East Quarterly dergisinin 2002 Güz sayısında İsrailli stratejist ve siyaset bilimci Martin Sherman’la ortak kaleme aldığı bir makalede bakın ne diyor.
Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin 1990’lı yılların ortalarında tam bir bahar mevsimi yaşadığı belirtilirken, Necmettin Erbakan’ın başbakanlığı ile İsrail menfaatlerinin tehlikeye girdiği, uygulanan ortak baskı ile bu tehlikenin bertaraf edildiği anlatılıyor.
Makalede Çevik Bir, yaptıkları darbenin gerçek yüzünü İtiraf edercesine diyor ki. “… Ordu Erbakan’a açıkça dedi ki: Koltuklarımızda öylece oturup, Ülkenin yüzünü İslam’a dönmesini ve İsrail-Türk askerî ilişkilerinin tehlikeye atılmasını izlemeyeceğiz. Erbakan kontrol altında tutuldu. Türkiye ve İsrail MGK baskısıyla İslamcı Başbakan istifasını sundu.”
Ortak yazıdaki bu açıklamalar 28 Şubat süreci hakkında ki değerlen-dirmelerimizi açıkça teyit etmekte yanı doğrulamaktadır. Bu sözlerle Çevik Bir, Post modern darbenin İslam’a (Ülkenin yüzünü İslam’a dönmesine) karşı ve İsrail menfaatlerinin tehlikeye girmemesi için de yapıldığını itiraf etmiş oldu. Artık bu kadar açık ve net itiraflardan sonra, kimse bize; Erbakan Şöyle yaptı, irtica vardı, ülke tehlikeye giriyordu gibi maslalar anlatamaz.
Evet, bir şeyler tehlikeye giriyordu buraya kadar doğru. Peki, tehlikeye giren neydi. Sürecin Kudretli Orgenerali Çevik Bir makalesinde, “İsrail-Türk askerî ilişkilerinin tehlikeye girdiğini” yazarak açıkça bunu itiraf ediyor. Burada da küçük bir şifreleme var. İsrail-Türk ilişkilerine “askeri” kelimesini katarak bir açık niyet perdelemesi yapmaktadır. Açıkça demek istiyor ki bu şahıs; İsrail’ ın Türkiye’ deki menfaat ve etkinliği tehlikeye giriyor, ben ve ekibim buna izin veremeyiz.
Ya demek öyle…
O günlerde Çevik Bir’ in, “Demokrasiye balans ayarı yaptık” diye bir ifadesi vardır. Darbe ve müdahalelerle demokrasiye ayar yapılamayacağına göre, aslında; “İrticayı faaliyetleri durdurmak adı altında, bir ayar yaparak, İslami faaliyetlerin önünü kestik” demek istemektedir. Bu değerlendirmemizde son derece haklıyız. Bu karanlık niyet; O günkü MGK toplantısında alınan 18 Maddelik kararlardan açıkça belli olmaktadır. Kararların hemen hiç birisinin gerçek, memleket güvenliğiyle hiçbir ilgisi olmadığı gibi, hemen hepsi “İrticai faaliyet” adı altında İslami faaliyetlere yapılan suçlamalardır.
O meşhur MGK kararlarından biri, hiç kuşkusuz belki de en önemlisi; “8 yıllık kesintisiz eğitim uygulamaya konulmalı.” Kararıdır. Bu karar çok tartışıldı, o günlerde. Milletimizden çok tepki görmesine rağmen, hayatında hiç seçim kazanamayan yapay Başbakan Mesut Yılmaz’ a bu dayatma, uygulatıldı.
Kimse aslında 8 yıllık eğitime karşı değildi. Milletimizin büyük çoğunluğunun karşı olduğu, bu eğitimin kesintisiz olmasıydı. O kanunda sadece bir sözcük değişseydi, kesintisiz yerine 5+3 veya 4+4 gibi kesintili olmuş olsaydı hiç kimsenin bir itirazı olmayacaktı
Çok sinsice hazırlanan kesintisiz 8 yıllık eğitimin asıl hedefi, İmam Hatip liselerinin orta kısmını otomatikman kapamaktı. Bu yetmiyormuş gibi, Cami ve Kuran kurusu gibi dini eğitim veren yerlere, İlköğretimi bitirmeyenler gidemez diye bir yasak getirdiler. Bunun anlamı, 15 yaşını bitirmeyenler bu ülkede İslam dini ile ilgili bir eğitim alamazlar. Ayrıca İmam Hatip Lisesi mezunlarına Üniversitelere girerken bir kat sayı zorunluğu getirdiler, bu okuldan mezun olanlar İlahiyat fakülteleri dışında bir başka fakültelere gitmesi nerdeyse imkânsız hale getirildi. Böylece İmam Hatip liselerinin; İmamdan çok, dindar doktor, mühendis, avukat, vali, kaymakam gibi dinini imanını bilen kişiler yetiştirme misyonu da ortadan kalkmış oldu.
Sözün özü şu ki; Yukarıda da, bu post modern darbenin liderlerinden Çek Bir’ in itiraf ettiği gibi; 28 Şubat sürecinin, asıl amacı, İslami faaliyetleri durdurmak ve İsrail’ in Ülkemiz nezdindeki faaliyet ve menfaatlerinin korunmasıydı.
Medya ya zaman zaman düşen haberlere göre, komutanı olan Genel Kurmay Başkanı Karadayı’ ya da posta koyan, devrin İç İşleri bakanını yağlı kazığa oturtmakla tehdit eden Çevik Bir; şu anda 9 kişiyle birlikte Sincan Cezaevi'ne konuldu. İşte İlahı Adalet bu olsa gerek… Bunca masumun ahı yerde mi kalacak sandınız? Adeta Arşı titreten bu zülüm ve haksızlıklarınız karşılıksız mı kalacak sanmıştınız?
Son sözümüz şudur. Herkesin bir hesabı var. Ama unutmayın ALLAH’ ın da bir hesabı vardır. ALLAH, zalimlere mühlet verir. Zalimlerde kendilerini gerçekten güçlü zannederek, zülüm yapar, yapar ama bir yerde hesap günü gelip te çatar. İşte 28 Şubat için O gün bu günlerdir. Bu yargılama şuana kadar tutuklanıp kodese gönderilenlerle sınırlı kalacağını zannetmiyorum. Yargı süreci de başladığı için fazla da bir şey söyleyemiyoruz.
Fakat şu kadarını söylemeden edemeyeceğim. Bence 28 Şubat sürecini yapan generaller kadar, Onlara yardım eden, O sürecin değirmenine su taşıyan; başta dönemin Cumhurbaşkanı Demirel olmak üzere, destekleyen tüm medya mensupları, sendika, dernek gibi sivil toplum örgütlerinin ilgili yöneticileri, rektörler, dekanlar ve iş adamları da yargı önüne çıkıp hesap vermeleri lazım. Nasıl ki o karanlık döneme hizmet ettiler, şimdide yargı önünde bedelini ödesinler.
İnşallah, 28 Şubat sürecinde zülüm yapan tüm zalimler, bağımsız Türk Adaleti sayesinde hak ettikleri cezalara çarptırılarak yaptıklarının karşılıklarını görürler.