Nenask’ani nenaşk’unis ant’alu -  Sesin sesimize karıştı

1972 yılının 7 Kasımında dünyaya gelen Kazım Koyuncu yaşasaydı bugün 52 yaşına ayak basacaktı. Kazım Koyuncu sanatçı duruşunun yanında devrimci kimliği ile de belleklere kazındı. Karadeniz sahil yolu, Çernobil konularında sembol oldu.  Kazım Koyuncu daha 14 yaşındayken Çernobil yağmurlarında ıslandı. O, yetkililerin duyarsızlığına karşı her platformda tepkisini dile getirdi. "Hepimizde tümörler var ve hayatımızın belirli dönemlerinde radyasyon veya başka etkiler tetikleyip kansere dönüştürüyor. Kaza sonrası Bakan Aral’ın 'İyi gelir' diyerek televizyonda milyonların karşısında radyasyonlu çay içmesi sadece bir zeka sorunu değil, bir suçtur. Bu ülkenin politikacılara, yalancılara ihtiyacı yok. Ben böyle duyarsız yöneticilerin halk düşmanı olduklarını düşünüyorum!"

Hüsniye Koyuncu (Annesi): Hangi tarafa baksam Kazım’ı görüyorum. O çocukluğunda da adam gibi davranırdı. Halasının eşi ona doktorunun adını verdi. Onun gibi yüksek bir adam olsun diye. O da çok yüksek bir insan oldu. İlkokulda öğretmeni onunla arkadaşlık yapardı. Bir gün babası öğretmenine “Ya sen bacak kadar çocukla neyi konuşuyorsun’ demiş, o da eşime “İşime karışma, Kazım çocuk değil adamdır” diye cevap vermiş. Yaşlı insanlarla konuşmaya bayılırdı. Onlara hep bir şeyler sorardı. Hep öğrenmek isterdi. Bazen öyle sorular sorardı ki insanlar cevap veremezdi, şaşırırdı. Kardeşi Niyazi küçükken Kazım diyemez “kaki, kaki” diye çağırırdı onu. İsmi o yüzden “Kaki” kaldı. Hastayken İstanbul’a gittiğimizde “sarılamayacağız” dedi. Uzaktan el sallardı. Maske ile geziyorduk evde. Bir keresinde sarıldı öptü beni Kazım. “Sarılma” dedim. “yok” dedi “anam bi iyi öpeyim”. O son öpmesiydi. Çocukluğu Pançol’da geçti. Çay toplamada yarış yapardı, bizi geçerdi. Ağabeyi Hüseyin’i geçer ve ona “tembel” diye takılırdı. Bize kıyamazdı, alım yerine bile çayı o getirir satardı.

Hüseyin Koyuncu (Ağabeyi): Çocukluğu oldukça hareketli geçti. O zamanlardan belliydi kişiliği. Sürekli kitap okurdu. Gittiği yerde hemen sorardı : “Burada yaşlı adam var mı?”. Yaşlılarla sohbete meraklıydı. Yabancı müzik gruplarını araştırırdı. “Ağaçtan gitar yapalım, tenekelerden davullar yapalım” derdi. Grup kurardık. Hopa küçük bir yer. Kazım’ın üniversiteyi  kazanması o dönem itibarı ile büyük bir sevinç uyandırmıştı. Arkadaşları gelir, “Bere mu ikips?” (Çocuk ne yapıyor?) derlerdi. Babam da “kaval çalıyor, kaval çalmaya devam ediyor” derdi. Üniversite yıllarında babam okumasını çok isterdi. Kazım ise “ Kaymakam, vali olacağım da ne olacak” diyordu. Babam ilk başlarda bu duruma karşıydı. Ama her zaman onun yaptıklarının arkasında oldu. Ben Kazım’a “beşgöz” derdim. Yüzünde göz hatları daha çok ön plana çıkıyor gibi gelirdi bana. O da bütün kardeşlerine “ç´e”  diye seslenirdi. O, sanatçılığı , sanatçı duruşu ile bize güzel bir miras bıraktı. Bu mirasın siyasi çekişmelerin, istismarların içine çekilmesine hiçbir zaman müsaade etmeyeceğiz. Kazım şarkıları ve yaptıklarıyla sonsuza dek yaşayacak... Onu anlayarak anlatmaya çalışan herkese ve özellikle hastalığı sürecinde hep yanında olan, Kazım’ ın “tüm güzel şeylerin sebebi” dediği Gönül Bozoğlu’na kucak dolusu sevgilerimi iletiyorum.

Canan Erdem (Ablası): 2004 Yılı Anneler gününden bir gün önce eşim ve çocuklarımla İstanbul'a gittik. Canım kardeşimde Karaköy İskelesinde bizi almaya geldi. Mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Eve dönerken Üniversiteli bir öğrenci “Kazım abi” diyerek boynuna sarıldı ve utanarak , “abi öğrenciyim annemin anneler gününü kutlamak istiyorum telefonunu kullanabilirmiyim?” dedi..  Elini cebine soktu. “Nakit sanırım üstümde yok bir bakayım” dedi. Baktı ki cebinde 5 TL kalmış. Onu da öğrenciye verdi. Çocuk “abi sen çok başkasın” diye sarıldı. Sonra gülerek bana dönüp “ablası yol parasını sen verir misin ?” dedi. Yolda yürürken de “insanlara yardım etmek istiyorum. Hele biraz daha imkân el verirse çok şeyler yapacağım.  Çalışıyorum, yoruluyorum ama sokağa çıktığım da insanların sevgisi beni çok mutlu ediyor. Ben popüler olmak istemiyorum. Hep güzel şeyler yapmak istiyorum. Başarmaya çalıştığım projelerim var inşallah her şey güzel olacak” dedi. Kısacık ömrüne sığmadı. Bizi yaşadığı sürede çok gururlandırdı, mutlu etti. Sonra lanet hastalık öyle bir acı verdi ki hayatın yaşamın tadı kalmadı. Bizim gururumuz hayat kaynağımız akıl küpümüz her şeyimizdi. Onsuz yaşamın tadı yok. Canım kardeşim seni anlatmak çok zor seni çok özlüyorum. Her geçen gün yüreğim daha çok yanıyor. Seni hasretle özlemle anıyorum

Niyazi Koyuncu (Kardeşi): Bugün 7 kasım. Kaki’nin doğum günü… Uyandığımda onun gitarı, onun fotoğrafları ve ondan kalan birçok anı, bu zamansız gidişin verdiği ıstırabı yeniliyor bir anlamıyla. Hastane odasında bana verip de tutamadığı, beni ilk kez kandırdığı sözü beliriyor zihnimde: “ On beş sene garanti, hatta 49’u buluruz.” demişti gülerek. Köyümüzdeki Nuri Amca’nın lafıydı bu. Beni biraz olsun rahatlatmıştı ve gözümdeki yaşlar yerini masum bir sevince bırakmıştı. “Yani Niya, anlayacağın hastalığım pek ciddi bir şey değil aslında”. On beş sene o kadar kısa bir zaman ki, bu sürede ona nasıl doyabilirdim. Ama keşke kırk dokuzu bulabilseydi; ne yazık ki o altı ay yaşayabildi ve bana ilk defa yalan söyledi. Seni çok özlüyoruz. Kardeşin Niya…

Umay Umay (Sanatçı - Arkadaşı): Kazım’la her zaman müzik konuşmayı sevdim. Doktorlar endişelenirken, uyarırken nasıl o hep cesur davranabiliyordu. Hastalığına aldırmadan  çok dinamik konserler veriyordu. Sahnede o kadar korkusuz, cesur ve güzel kalmayı nasıl başardığını merak ediyorum. Kazım’ın dünyaya ses taşıyacağına inandım. Buna hala inanıyorum. Bu kadar büyük ve içten bir sevgi, böylesi zor bulunur bir sempati, violensel gibi bir ses, yüksek ahlak…, tabi saldırılardan korkmazsın. Sahnede savaşı her zaman Kazım’ın kazandığına çok tanık olduk.. Bu savaşa tüm kalbimle katıldım.. hayatı müziğin gibi anlatıyordu,, vicdan,cesaret,adalet, yüksek algı…

İsmail Avcı Bucaklişi  (Yazar - Arkadaşı): Onu en çok sevindiren konserlerden biri de Of konseridir. Kazım’ı Of’ta büyük bir kalabalık karşılar ve konser alanı tıklım tıklım doludur. Oysa çoğu müzisyen için Of’ta konser vermek hayal bile değildir. Sene 1993, Pazar belediye düğün salonundayız. Zuğaşi Berepe’nin Zuğaşi Berepe adını aldığı ilk konser. Benim gözümde sahnedekiler sanki gencecik insanlar değil de bu işi yemiş yutmuş koca adamlar. Lazca şarkı söyleyecekler. Bu benim hayatımda sahneden dinleyeceğim ilk Lazca şarkılar olacak. Konser başlar, bir süre sonra Kazım’ın çaldığı gitarın teli kopar. Ne büyük bir talihsizlik ama... Tanrının huzurunda, Lazların karşısında yani kamusal alan denilen mekânda ilk kez Lazca şarkılar söyleniyor ve olacak iş mi, gitarın teli kopuyor. Sene 2004, aylardan Ağustos, yağmur almış başını gidiyor, Hopa’da bir pastanede oturmuş Kazım’la laflıyoruz. Lazca ve Lazca gibi yok olma tehdidi altındaki dillere ilgi uyandırabilmek için kafasındaki bir projeyi anlatıyor Kazım: “Dünyaca tanınmış on sanatçıya birer tane Lazca şarkı okuttuğumuzu düşün. Bunun Lazca’nın prestijini ve Lazca’ya ilgiyi ne kadar artırabileceğini tahmin edebiliyor musun? Ancak böyle işler çıkararak yok oluşun önüne geçebiliriz...”

SESİNİN ÇIKTIĞI SON GÜN

Şehnaz Yaygel (Söz Yazarı-Arkadaşı): Trabzonspor aşığı Kazım maçı izlerken, hayat arkadaşı Gönül, ona ilaçlarını içiriyordu. O ise hala "Trabzon" diye bağırmaya çalışıyordu. Atatürk Olimpiyat Stadı'ndaki Trabzonspor-İstanbulspor maçına hastalığın tüm risklerini göze alarak sırtındaki bordo mavi formayla gelmişti. "Trabzon" diye bağırmaya çalışıyordu. Zorlanıyor ama kalan çok az gücüyle Trabzonspor için ikimizin yaptığı marşı söylemeye çalışıyordu. O ana kadar ben hiç ümidimi kaybetmemiştim ama, artık anlamıştım şansımızın çok fazla olmadığını. O gün sesinin iyi çıktığı son günmüş bilemedik. Üç gün sonra hastaneye yattı ve sesini kaybetmeye başladı. Oysa kemoterapiler sırasında "Bu hastalık her şeyimi yok edebilir ama eğer sesimi kaybedersem beni vurun." demişti. Ne hazindir ki onu hayata bağlayan o güzel ses, ondan daha önce sustu ve o bizi vurdu.

Aytekin Akay (Gazeteci Yazar-Arkadaşı): İkindi yağmurlarını bilir misiniz? İkindi ile başlar ve akşam  gün kararıncaya kadar devam eder. Sevgili dost, kardeş, arkadaş, Kazım Koyuncu ile işte böyle bir ikindi yağmurunda tanıştık ve akşam olmadan da ayrıldık. İkindi ile akşam arasında süren arkadaşlığımızın her döneminde ortak nokta Trabzonspor oldu. Zaten bizi tanıştıran da Trabzon’daki Trabzonspor oldu. O ikili sohbetlerimizin hep üçüncü kişisiydi ve her ikimiz de yüzümüz ona dönük konuşurduk. Bizim oralarda, Karadeniz’de, ‘ne ciğerli uşak’ derler Kazim abi gibilere… Yani, korkusuz, yardımsever, alçak gönüllü, haksızlıkların karşısındaki delikanlı…Onu sıfatlara boğmak, onu anlamamak ve anlatamamak aslında…

Tahsin Usta (Sivil Toplum Gönüllüsü): Hasta haline bakmayıp Cerrahpaşa Hastanesi Onkoloji Bölümünde tedavi gören çocuklara kimselere duyurmadan konser verdi. Kazım’la,  yolumuz 90’lı yıllarda üniversite öğrencileriyle düzenlediğimiz konserden sonra  2004 yılında Çernobil’le ilgili Sultanahmet Adliyesi’ndeki basın açıklaması ve suç duyurusunda yeniden kesişti. Çevresine duyarlı bir sanatçıydı. Günümüzde insanların ramazanda verdiği iftar yemeklerini bile basını çağırarak yayınlattığı bir ortamda o, Cerrahpaşa Hastanesi Onkoloji Bölümünde tedavi gören çocuklara kimse duymadan konser vermeyi tercih etti. Yine İTO’daki Cernobil panelinde insanlık dersi verdi. Trabzonspor’a yaptığımız iki parça hayatımızın en güzel üretimlerindendi. Hatta bir parçaya yaptığımız klip bizi çocuklar gibi sevindirmişti. En son coşkuyu olimpiyat stadında ona hediye edildiğini düşündüğüm 5-0’ lık Trabzonspor- İstanbulspor maçında yaşadığını düşünüyorum. Bize tulumu yeniden sevdirdi. Kimse onu başka yerlere çekmesin, o bize bıraktığı mirasta; devrimciliği, bilimi, özgürlüğü, kardeşliği, direnci, özgür bir ülkeyi adres gösterdi.

Faruk ALTUN (Yapımcısı - Metropol Müzik): Kazım’la 1996 yılında Zuğaşi Berepe (Denizin Çocukları) grubunun ilk albüm çalışması döneminde sanatçımız Arzu Görücü vasıtasıyla tanıştım. Ardından Salkım Söğüt 2 çalışmasıyla dostluğumuz, arkadaşlığımız, ticaretimiz, her şeyimiz beraber oluştu.. Ondan sonra da Kazım’ın güven veren duruşu dostluğumuzu pekiştirdi. İşine olan sadakati ve titizliğiyle beni şaşırttığını ve mahcup ettiğini söylediğimde ‘Aldırma ya Faruk Altun’ derdi. Kazım bir kere adam gibi adamdı. Duruşuyla, tavrıyla, tarzıyla... O, sistem karşısında hiçbir zaman eğilmedi, yalakalık yapmadı. Eline fırsat geçtiğinde bile kendini maymuna çevirecek hiçbir programa çıkmadı. Öyle ilkeli bir adamdı. Geleceğe dair en büyük hayali de Üsküdar’da denize bakan bir evdi. Denizin çocuğuna da bu yakışırdı doğrusu.

Fatih Sultan KAR: Onu geç tanıyıp erken kaybettim. Çıkar ilişkilerinin kirlettiği dünyada umutlarımı yitirmek üzereyken bir ışık gibi parlamıştı. Oysa ben tünelin ucundaki ışığı yakalamanın artık imkânsız olduğunu düşünmeye başlamıştım. Ömrünün yirmi yedi yılını bir fiil Rize’de geçirmiş, iş ve geçim mücadelesi için İstanbul’a gelmiştim. Anlatılmaz bir hasret içinde iken Kazım bu hasretime su serpmişti. İlerleyen günlerde konserleri, internet sitesi ve sağlam duruşu ile hayatımızın vazgeçilmezi oldu. Gurbette memleketti o. Hastalığından kısa bir süre önce Filiz Acar arkadaşımla birlikte onunla söyleşi yapmıştık. Kazım Koyuncu ile sohbetimizin sonunda yazıyı fotoğraflarla süslemek istediğimizi belirttik. Bize, bir hafta sonra gitarıyla nostaljik tramvayda poz verebileceğini söyledi. “Ben de daha fiyakalı giyinirim” demişti. Sözleştiğimiz tarihte kendisini aradığımızda; hasta olduğunu söyledi. Karadeniz sevdalısı genç sanatçı ne yazık ki kanserdi. 25 Haziran 2005’de de aramızdan ayrıldı. Ama o bütün güzelliğiyle gönüllerde yaşıyor.

Editör: HABER MERKEZİ